LA HAİNE, BİR DÜŞÜŞÜN ÖYKÜSÜ


LA HAİNE, BİR DÜŞÜŞÜN ÖYKÜSÜ


La Haine ya da düşenlerin öyküsü...

İzlediğim birçok filmin yanında bir kısmının anlatılmaya değer yanları olduğunu düşündüğüm filmler de vardır. 1995 yapımı La Haine filmi de onlardan birisi.

 Film bir yerde kendimden yada yaşadığım toplumdan birçok yön barındırıyor. Şimdiden söylemem gerekir ki yazı sıkıcı olabilir. Ben en az şekilde sıkmaya çalışarak anlatmayı deneyeceğim.

“elli katlık bir binadan düşen adamın öyküsüdür bu… 
her katta kendini rahatlatmak için şunu demiş içinden: buraya kadar her şey yolunda. 
buraya kadar her şey yolunda. 
buraya kadar her şey yolunda… 

önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır.”

Filmin karakteristik özelliği bu anekdot. Bu anekdot ile başlıyor “düşen” adamların öyküsü. 

Filmde 3 ana karakter var. Vinz isminde bir Yahudi, Said isminde bir Müslüman Arap ve de Hubert isminde bir Afrikalı Siyahi. 3 yakın arkadaşın hikayesi. 








Film 24 saati anlatıyor ve bu anlatı dijital bir saat görüntüsüyle zamanın akıp gittiğini, hızla sona yaklaştığımızı hatırlatırcasına sık sık kesiliyor. zamanın bölünmesi, katiyen olağan değil ve bize karakterlerin zaman kavramının bizimkiyle örtüşmediğini gösteriyor. 
1 dakikanın bile onların hayatlarına büyük bir etkisi var.

Film başlayıp ilk tik tak seslerini duyduğumuz andan itibaren düşüşümüz başlıyor. Yani filmin başlamasını “ellinci kattan atladığımız an,” diye adlandırabiliriz. 

Film boyunca başlarına her seferinde daha kötü şeyler geliyor, ta ki en kötüsü olana, yani yere çarpışa kadar...

Karakterlerin din, ve ırk olarak ayrılması tesadüf değil. Etnik kimlikleri farklı olmasına rağmen coğrafi ve ekonomik kısıtlılık onları bir araya getirmiş. Hepsi alt tabaka mensubu işçi sınıfı bile değiller. İşsiz, eğitimsiz ve hepsinden önemlisi azınlıklar.

Bir Müslüman Arap ile Yahudi'nin sıkı dostluğu var örneğin. Belki de kastedilen düşenlerin dini ve ırkı olmadığı gerçeği. Dünya'da belki de tek gerçek ayrım var ve bu ayrım da sosyal ve ekonomik statü ile belirleniyor.

 “Getto,” diye tabir edilen, günümüz anlamıyla yoksul insanların çoğunlukla gecekondularda oturduğu, uyuşturucu, fuhuş gibi olayların döndüğü ve farklı etnik kökenden insanların barındığı mekânların, yani “ötekileştirilmiş” mekânların problemleri aslında etnik farklılıklar değil.

Bir afrikalının, arap’ın ve yahudi’nin çok yakın arkadaş olması da aslında ötekileşmiş insanların bir tür dayanışması diyebiliriz.

Habercilerin arabayla, kahramanlarımıza elli metre öteden soru sorduğu sahne, aslında karakterlerimizin öfkelerinin nedenini de açığa vuruyor: “buraya gelsenize!” diye bağırıyorlar. Zira bu ötekileştirme çabası onları da rahatsız ediyor.






Film siyah beyaz çekilmesinin sebebi de bu bir yerde sanırım. Çünkü bizim gözümüzde Dünya'da birçok ırk, görüş, renk, din ve dil varken yönetmen Mathieu Kassovitz' e göre tek bir fark var ötekileştirilmişler ve ötekileştirenler. Siyah ve beyaz gibi. Bir sinema tekniği olarak yapılır bu yöntem. Matrix filminde de siyah ve beyaz tonların çok yoğun kullanılması gibi. Keskin bir ayrımı nitelemek için kullanılır kırmızı hap mavi hap gibi.

Paris banliyöleri... Bunu detaylıca anlatmayacağım ama kısa bir örnek vermek istiyorum Pascal Nouma'dan. Filmi izlerken bir röportajı geldi aklıma.

Paris'in banliyöleri için "o mahallelerde büyüdüyseniz ya Zidane olursunuz ya da hiç" derdi. Nouma’ yı anladım sanırım filmi izlerken. O'nun hiçbir zaman kurallara uymayışı, profesyonel olamayışı ve saha içi düzenle hiç uzlaşmaması. 
Ceza alacağını, kırmızı kart göreceğini bile bile geri durmayışı... Takıma onca zarar vermesine rağmen niye severdik Pascal Nouma'yı? 
Belki de içimizde bir yerde kalan uzlaşmaz ruhu sahaya yansıttığı için. Endüstriyel futbolun, kırmızı kart üzerine para cezası vesaire gibi kurallarını hiçe sayarak saha dışı kalışını sorgulardık bazen. 
Tüm bu hırçınlıkta gizli bir samimiyet, bir protesto vardı belki. 
"buraya kadar her şey yolunda" repliğini hatırlayalım; Pascal Nouma'nın oyunda kaldığı her dakika için de böyle demez miydik? sonra malum sonuna doğru hızla ilerlerdi Pascal... dibe vururdu; bir kırmızı yorgunluğu sarardı bizi.





Neyse konuyu çok dağıttım devam ediyorum filme.
Dünya bir sembol olarak film boyunca sürekli görünüyor. sanırsınız bir motif gibi işlenmiş: Kah reklam olarak filme yerleştirilmiş, kah izleyicinin gözüne sokarcasına alenen.
Her yerde aynı reklam panosu var. Ve panoda hep aynı cümle Fransızca...

''DÜNYA SİZİNDİR...''





Said elindeki sprey boyayla bir harf bırakıyor panoya ve anlam değişiyor.

''DÜNYA BİZİMDİR...''

Çünkü ''sizin'' kelimesi ötekiyi işaret eden bir anlam eki.
Kucaklayıcı değil benimseyici değil. Sanki birileri tarafından böylesi uygun görülüp lütfedilmiş gibi aşağıdakilere. Karakterlerimiz biliyor Dünya’nın onların olmadığını.
Said en büyük mesajını bir harf koyarak yapıyor. Belki de elinden gelen tek şey bu olduğu için belki de Nouma' nın deyimiyle 
''Ya Zidane ya da hiç olmanın ağır bilinciyle...''

Onun “dünya bizim,” diye düzelttiği tabela, ezilmişler adına bir haykırış, belki de içten içe istediği barışın temsili.

Gözaltına alınan arkadaşları Abdel' in ölümüyle başlıyor film. Vinz filmin ortalarında polisin silahını çalıyor.





Burada silah metaforu üzerine düşünmek gerekiyor.
Silah en mühim nesnemiz bu filmde. Silah sinema tarihi boyunca phallic nesne olarak ele alınır ve erkeklerin erkekliğini mesir macunu tadında arttırdığı söylenir.

Filmin çıkış noktası, Mathieu Kassovitz'in aklına gelen şu sorudur: peki eyvallah, polisin silahı var ve gerektiği yerde kullanıyor.
Peki ya bu silah "ötekiler"in eline geçerse? onlar da rahatlıkla kullanacak mıdır bunu?
Bu basit bir silah kullanımına ilişkin soru değil tabii ki.
Kassovitz'in kafasını kurcalamış olan şey, gücün ve şiddetin sembolü olan "silah"ın (hem de bir polis tabancasının) bir anlık kargaşa sonucu "el değiştirmesi", gücün diğer tarafa geçmesi ve o iktidar gücüne alışkın olmayan kitlenin elindeki bu potansiyelle neler yapabileceği sorusudur.

Birçok şey yapabilir, temelde ya kötülüğe kötülükle tepki verecektir, ya da “affedecektir”. Vinz filmin başından beri intikam almayı ister, ancak yapamaz.
Fakat kendi deyimiyle sokakta “yanağını döndüğü an” kaybedecektir; finalde ise silah patlar ve Vinz ölür, yani yere çakılır.


Finalin her açıdan vurucu olduğunu söylemek mümkün; hem kurduğu silah gerilimi had safhada, hem de iki karakter birden ölüyor ve fonda “şimdiye kadar her şey yolunda,” öyküsü…


Filmdeki düşüş tamamlanıp da vinz ve hubert yere çakıldığında onurlu bir şekilde yere iniyorlar. Vinz elindeki “gücü” kullanmıyor, bir polis öldürmüyor. hubert de arkadaşı ölene ve canına kast edilene dek o gücü kullanmaya karşı.
Yani onların düşüşünden çok yere nasıl indiklerine odaklanmamızı istiyor film, öteki olmanın yüklediği şiddeti olabildiğine muhafaza eden bir grup genç var seyrettiğimiz…
Bir yerde şu anlam var. Bu gençler saldırgan gözüküyor olabilir lakin bu asabiyet onların sadece maskesi. Öteki olmalarına karşılık uyguladıkları bir savunma mekanizması. Ellerine silah geçtiğinde o silahı ateşlemiyorlar çünkü kötü değiller ve tüm suçları alt tabakaya ait olmak...

Aslında filmi izlerken filmin başındaki hikayede olduğu gibi sizde düşüyorsunuz karakterlerle birlikte. Film boyunca şükür kimse ölmedi buraya kadar herşey yolunda derken asıl önemli olan şeyi unutuyorsunuz.
Yere düştüğünüzü...
Sanırım bu sebeple toplumu benzeştiriyorsunuz izlediğiniz filmle. Bu düşüş toplumda da var her şeyi kanıksayıp buraya kadar her şey yolunda derken düştüğünün farkında bile değil bu toplum. Filme döneyim.





Her fırsatta ortaya çıkan silahın patlayacağı anla, filmin başlangıcından itibaren geçen bir gün aynı zamanda sıradan bir tarihtir. Tıpkı abdel öldüğünde olduğu gibi, şimdi yaşanacaklarda unutulup gidecektir. Yaşananlar, yaşanacaklar ve yaşanmışlar belli ki hep birbirine benzemektedir.
Filmin temelinde verilen görüntü budur: her şey sıradandır. Sıradan bir göçmen mahallesinde, sıradan gençlerin yaşadığı bu sıradışı gün, inanılmaz bir biçimde sıradanlaşmıştır. Hayatlarının çıkmaz sokağına girmiş bu gençler daha birçoklarına benzer ve “kaçınılmaz” bir yaşantının tutsağıdırlar.

Bunun yanısıra, filmdeki onlarca nefis detaydan bir tanesi de şu aşağıda alıntıladığım sekanstır: filmin ortasında geçen yaşlı amcanın tuvaletten çıkıp karakterlere anlattığı tuhaf hikaye ve tiradı...

‘’Güzelce sıçmak gibisi yoktur! Tanrıya inanır mısınız? Yanlış soru! Tanrı bize inanır mı?
Bir zamanlar grunwalski adında bir arkadaşım vardı. Birlikte Sibirya'ya yollanmıştık. Sibirya'daki çalışma kamplarına sığır vagonlarıyla gidilirdi.
Günlerce, tek bir canlı görmeden buzlu steplerde yol alırdınız. isınabilmek için birbirinize sokulurdunuz.
Ama sıçmak, kendini rahatlatmak zordu. Bunu trende yapamazsın ve tren sadece lokomotife su almak için durur. Grunwalski utangaçtı. Beraber yıkandığımızda bile bozulurdu, onunla dalga geçerdim. Neyse, tren durduğunda herkes raylara sıçmak için atlardı. Grunwalski'ye o kadar sataşmıştım ki tek başına uzaklaştı. tren hareket etti, kimseyi beklemezdi, herkes trene atladı. Ama Grunwalski'nin bir problemi vardı: çalıların arkasına gitmişti ve hala sıçıyordu. Sonra onu çalıların arkasından gelirken gördüm. Elleriyle pantolonunu çekiyordu, treni yakalamaya çalışıyordu.
Grunwalski'yi tutmak için elimi ona doğru uzattım. Ama her yetişişinde elini bırakınca pantolunu dizlerine kadar düşüyordu. durup toparlanıyor,
pantolonunu çekiyor, tekrar koşmaya başlıyordu. Yetiştiğindeyse pantolonu tekrar düşüyordu.

- Sonra ne oldu?


- Hiçbir şey. Grunwalski donarak öldü...








Tuvaletteki kısa boylu amcanın hikayesiyle hayattaki rolümüzü tekrar hatırlatıyor film bizlere. Bir tarafta kendimiz olup akan hayatın dışında kalmak ve mutsuz olmak, tutunamamak; bir tarafta kendinden ödün verip hayata dahil olmak, onun gerektirdilerini yerine getirerek mutluluğu yakalamak, diğerleri tarafından kabul edilmek.
Hep böyle yapmıyor muyuz zaten. Birileri tarafından koyulmuş kuralları uygulamıyor muyuz çoğu zaman?


Filmde Vinz kendimiz olup akan hayatın dışında kalmayı ve mutsuz olmayı simgelerken; Hubbert kabullenmişliği, ikincisini temsil ediyor.
Filmin sonunda Vinz kaybediyor ama acaba Hubbert'ın temsil ettiği seçenek kazanmış mı oluyor? Hubbert sonunda dostuna kendi yolunun doğruluğunu kabul ettiriyor ama dostunu kaybediyor. Başta kendimizden olmak üzere hep birşeyler kaybederek ilerliyoruz bu yolda; çünkü çoğunluğa dahil olmazsak daha fazla şey yitireceğimizi biliyoruz...


Kussowitz bu filmi yönetirken 28 yaşındaydı ben bu satırları yazarken 24.

Bir şekilde düşüyoruz, düşüyorum... Tek ihtiyacımız olan şey ise aynı cümleyi sürekli tekrarlamak yere düşene dek...


BURAYA KADAR HER ŞEY YOLUNDA...







Not: Yazı uykusuzluk içinde yazılmıştır şimdiden yazım ve imla hatası yada konu dağınıklığı yaptıysam affola... İyi okumalar kalın sağlıcakla...




Yorumlar